10 Ağustos 2010 Salı

Urla-Demircili / Alaçatı filan



Cuma akşam altı buçukta çıkabiliyorum ancak yola, oysa beşte çıkmayı hedefliyordum. Amacım hava kararmadan çadırımı kurmuş olmaktı. Olmadı. Giysi hazırlamaydı, bagaj bağlamaydı, bisikletin freniydi, lambasıydı filan derken, altı buçukta çıkabiliyorum. Bir buçuk saat sonra Urla merkezdeyim. Markete girip kendime güzel bir şarap seçiyorum, yanına da sarı leblebi, gece kumsalda, yıldızların altında şarap keyfi... offf çok güzel olacak. Şarabı aceleyle, arkada çantaların arasına sıkıştırıyorum. O da ne! ön tekerlek yerde. Birisi şaka mı yaptı ben içerdeyken diye etrafa bakınıyorum, kimse yok. Yine de pompayı çıkarıp, hava basmaya çalışıyorum. I ıh şişmiyor. Patlamış. İçimden bir of çekip, söküyorum tekerleği, yedek iç lastiği takıyorum. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor.
Tamam, karanlığa kaldım ama olsun, pedallıyorum, dilimde Ezginin Günlüğü’nün şarkısı, “herşey yolunda, herşey yolunda bu sabah” 18 km yolum var. Işıklarım yanıyor, ama çok hızlanamıyorum, yetersiz çünkü. Yol inanılmaz güzel, akşamla birlikte yayılan keskin ot kokusu, çam kokularıyla karışıyor, bütün bedenimi saran bir serinlik var, gökyüzü silme yıldız, ağustos böceklerinin zırıltısı dışında ses yok. Köpek filan da yok ortalıkta.


Gidiyorum. Yolun yarısına doğru yokuş aşağı hızlanmışken, bir tümsek beni zıplatıyor ve arkamdan bir şey düşüyor, durup baktığımda, asfaltta aşağıya doğru yuvarlanan şarap şişesini görüyorum, bu mucize, o hızla asfalta çakılıp şişenin kırılmaması, evet mucize olmalı. Aceleyle şişeyi yeniden sıkıştırıyorum çantaların arasına, çantayı açıp içine koymaya üşeniyorum, bir de acelem var, az kaldı yolum zaten. Demircili Köyü’nü geçip kumsala doğru salındığımda, yine bir çukura giriyorum ve arkamda bir şangırtı kopuyor. Bu sefer mucize olmuyor. Hay kafamı... diyorum. Geriye gidip cam kırıklarını kenara doğru tekmeliyorum, bari kimsenin lastiğini patlatmasın.


Kumsalda sadece bir bölgede ışık var, yaklaşıyorum, muhtar beni, karanlıkta, oranın müdavimi bir tanıdığı sanıp büyük bir şamatayla karşılıyor: “Oooo gece turlarına da mı başladın doktor bey” Genellikle sabah erken saatlerde gelip, denize girip dönen bir doktor varmış, beni o sanmış. Bana istediğin yere kur diyor çadırını, bisikletin ışığında çadırımı kuruyorum. Kimsecikler yok. Deniz yıldızsız gökyüzü gibi, aklımda şarabım... denize koşuyorum, su nefis. 55 km nerdeyse durmaksızın pedal çevirmenin üstüne öyle güzel bir duygu ki...sırt üstü yatıp suya, yıldızları seyrediyorum, hafif bir ürpertiyle çıkıyorum denizden.


Muhtar, Demircili Köyü muhtarı, aynı zamanda kumsaldaki tek işletmeci. Oturup biraz sohbet ediyoruz, çok boş diyorum, eskiden daha çok çadır vardı, şimdi hiç yok neredeyse. Öyle oldu diyor, içerlerde var yine biraz, buraya daha çok günü birlik geliyorlar diyor. Tesis olmadığı için kimse gelmiyormuş. Hakan Tartan ilgilendi bi ara diyor, onun sayesinde gazetelerde bir-iki yazı çıktı, gelen giden oldu ama sonra yine kesildi diyor. Hafta sonları günü birlikçilerle kalabalık oluyor yine, diyor. Muhtarın uykusu geliyor. Biralarımı alıp kumsala geçiyorum, oturuyorum, denizi taşlıyorum, yürüyorum, gece benim gecem. Çadırıma geldiğimde, matımı almayı unuttuğumu anlıyorum, uyku tulumunu serip üzerine yatıyorum, eh fena değil, ama keşke unutmasaydım diyorum. Hızla dalıyorum uykuya, sonra gece uyanıp sesleri dinliyorum, dalga sesleri ve cırcırlar dışında çok değişik sesler var, doğanın gece senfonisi sanki, ne güzel, ama beni bir süre uyutmuyor bu senfoni. Sonra yeniden dalıyorum. Sabah sekize doğru, uyanıp denize koşuyorum, harika.


Öğlene doğru arkadaşlar geliyor. Günün en sıcak saatlerini, gölgede sohbetle geçiriyoruz. Akşama doğru yola çıkıyoruz, Alaçatı’ya doğru. Öğreniyoruz ki, Demircili’den Alaçatı’ya gitmek için yeniden Urla’ya dönmek gerekmiyor. Demircili köyündenYağcılar köyüne gidip devam edince, Urla içmeler’e çıkılabiliyor ve yol da kısalmış oluyor. Biz Yörük Cafe’ye uğramak için yolu biraz uzatıyoruz. (Demirciliye 4-5 km kala, giderken sağda, ağaçlarıyla, çiçekleriyle, lezzetleriyle nefis bir mekan Yörük.) Yağcılar Köyü, biraz arada kalmış çok güzel bir köy, köy meydanında oturuyoruz, kahveci çok güler yüzlü , sohbet de güzel. Yağcılar’dan yokuş aşağı, çam ormanın içinden, Urla-İçmeler’e iniyoruz. Çeşme buradan 35 km. aşılması gereken çok uzun bir rampa var önce,Tepe Kahve'ye kadar, ama eğim çok değil, yavaş yavaş çıkıyoruz. Sonra uzun bir inişle yol düzleşiyor. Alaçatı’ya varmadan son 15 km etrafta hiç bir şey yok. Gece sürüşü için de tehlikeli bir yol. Biz tepeye çıktığımızda hava kararmış oluyor bu nedenle yine yavaşlamak zorunda kalıyoruz.


Alaçatı’da bisikletçi arkadaşlarla buluşuyoruz. Sonraki gün Alaçatı’nın yeni bisiklet parkurlarında pedallıyoruz. Alaçatı belediyesi ve bisiklet örgütlerinin ortak çalışması sonucu ortaya çıkan fakat henüz tamamlanmamış bu parkurlardan geçen belki de ilk bisikletçiler biz oluyoruz. Öğlene doğru kendimizi denize atıyoruz. Saat 16.30 da dönüş için yola çıkıyorum. Yolda, Yüksek Teknoloji’nin karşısında, bagajdaki çantamın bir ucu arka tekerleği sıkıştırıyor, frenliyorum fakat düşmekten kurtulamıyorum. Boylu boyunca öne doğru kapaklanıyorum asfalta, dirseğim soyulup hafif kanıyor, sağ bacağımın bir iki noktasında ağrılar var, bisikletin zinciri atıyor, gidon yamulmuş bir de arka vites kolu darbe yediğinden değiştirilemiyor, 2 de kalıyor. Toparlanıyorum, zinciri takıyorum, gidonu düzeltiyorum, ön vitesi kullanarak geliyorum İzmir’e kadar. Güzelbahçe’de yemek yiyorum. Saat dokuz buçukta evdeyim.
Aklımda, ben asfalta kapaklanmış haldeyken, hiç durmadan yanımdan geçen iki araba var.
Nasıl insanlar acaba içindekiler?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder